İsmailağa Cemaati ve Mahmut Ustaosmanoğlu
İstanbul, birkaç gün önce çok büyük, daha önce benzeri görülmemiş ya da az görülmüş ölçüde yüksek katılımlı bir cenaze merasimine sahne oldu.
Bu, merkezi İstanbul’un Fatih ilçesinin Çarşamba semti olan, Türkiye’nin her yerinde bağlıları bulunan, İsmailağa Cemaatinin önderi/lideri/şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenaze merasimi idi.
Trabzon doğumlu bir din âlimi ve görevlisi olan Mahmut Ustaosmanoğlu, İsmailağa Cemaatinin kurucusu ve vefat ettiği 93 yaşına kadar da şeyhi olmuştur. İsmailağa Cemaati, birçok yönüyle Türkiye’de var olan çok sayıdaki cemaatten biridir. Fakat bu cemaati diğerlerinden ayırt eden bir iki simgesel özelliği dikkat çekicidir. Bunlardan biri kimlikleri haline gelmiş kılık kıyafetleri, diğeri kadınlara karşı ayırımcı tutumudur.
Bu cemaatin erkek bağlılarının tek kıyafetleri sarık, cübbe ve şalvardır ve sakal bırakmaları da şarttır. Kadın bağlılarının tek kıyafetleri ise çarşaf ve tercihan kara çarşaftır. Cemaat, mensuplarının bu şekildeki kıyafeti üzerinde ısrarlıdır. Gerek bu kıyafetin gerekse bunun üzerinde ısrarın da üzerinde durulup değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Ama benim bu yazıda esas üzerinde durmak istediğim bu cemaatin kadınlarla ilgili tutumu, kadına bakışı, kadına toplumda ve kamusal alanda koyduğu kayıtlar ve sınırlamalardır.
Sözünü ettiğimiz yüksek katılımlı cenaze töreni çok gündem oldu, gazeteler, TV’ler bu cenaze haberine çok geniş yer verdiler. Bu, bir iki gün TV’lerin ana haber bültenlerinin en önemli haberleri arasında yer aldı. Mahmut Ustaosmanoğlu’nun cenaze törenine ilişkin haberler verilirken cenaze törenine kadınların katılmaması talimatının da aynen uygulandığı ifade ediliyordu. Bu cemaatle ilgili temel sorun da buradaydı. Fakat bunun üzerinde hak ettiği kadar durulmadı. Eğer durulsaydı, bu cemaatin analizine damardan girilmiş olurdu. Çünkü bu cemaatin görünüşteki ayırt edici yönü tercih ettiği kılık kıyafet, özdeki ayırt edici yönü ise kadınlara layık gördüğü değerdir.
Bu cemaatin; kadının okuma yazma öğrenmesine yetecek kadar bir eğitimin dışında bir eğitim almaması; topluma karışmaması, resmi ve özel iş yerinde amir, memur, yönetici olarak bir göreve talip olmaması; sınırlı bir çarşı pazar alışverişi dışında eşi ve çocuklarının hizmetinde olarak evinin dört duvarı arasında hayatını sürdürmesi yönünde kendisine biçilen rol yaşadığımız bu zamana ne kadar uygundur? Bu zamana nasıl bir karşılıktır? Böyle bir anlayışın, böyle bir yaklaşımın Afganistan’ı perişan eden Taliban ideolojisinden farkı var mıdır?
İslamcı/dindar çevrelerin çok önemsediği, düşüncelerine çok değer verdiği Necip Fazıl Kısakürek’in Müslüman kadını için çizdiği şu çerçeve ile hiç örtüşüyor mu?
“Müslüman kadını, dini ölçülere bürülü olarak İslam cemiyetinin büyük meydanında, her türlü iş ve faaliyet alanında bütün nazarlara açık bir edep ve ismet heykelidir.”
Sokağın, caddenin, toplumsal her ortamın, okumanın, çalışmanın, memuriyetin kendisine yasaklandığı bir kadın eğer bir de evlenip bir yuva kuramamışsa hep babasının eline bakacak olması, bu derece muhtaç bırakılması uygarlıkla falan demeyeyim, insafla, vicdanla, insan olmanın yüklediği onurla/gururla, insani kişilik haklarıyla bağdaşır mı? Günümüzde eğitimli ve buna dayalı olarak iş hayatına atılmış kadınlar, evlenip ayrılsalar bile ailesine ve başka kimseye muhtaç olmadan asgarisinden de olsa geçimlerini sağlayabiliyorlar.
Uygarlık, çağdaşlık dendiğinde ürken, hemen tepki gösteren dindar/muhafazakâr insanlar olduğunu biliyorum. Bu insanlar, okuyamadığı, geçim sağlayacak bir iş yapamadığı için sözünü ettiğim gibi aciz ve muhtaç bir duruma düşen bir kadın için ne buyururlar acaba?
Bugün bu ülkede İsmailağa Cemaatinin dayattığı gibi bir kadın yapılanması olsaydı, hayatın gadrine uğramış kadınlardan geçilmezdi!
İsmail ÖZCAN & Eğitimci Yazar
[TÜHA Haber Ajansı, 25 Haziran 2022]