* Japonya, Asya Pasifik bölgesinin en köklü medeniyetlerinden biridir.
* Tarih boyunca çeşitli süreçlerden geçerek mevcut halini almış ve kendini günümüz dünyasının en gelişmiş ülkelerinden biri yapmayı başarmıştır.
* Japonya’nın diğer Asya ülkelerinden farklı bir geçmişi ve modernleşme süreci vardır.
TÜHA / TÜRKUAZ İnternational News Agency
Bu modernleşme süreci ilk olarak 1800’lü yılların sonunda İmparator Meiji ile başlamıştır. Meiji ve ondan önceki dönemlerde dışa kapalı bir yaşam süren Japon Hanedanlığı’nın, dış dünya ile ilk temasları ticaret yolları vasıtası ile gerçekleşmiştir. Meiji, mevcut Japon düzenine Batılı bir bakış açısı getirmiş ve Batı medeniyetini Japon kültürüne uyarlamıştır. Bu uyarlama ekonomi, hukuk, eğitim gibi sosyal alanlarda hayata geçirilmiştir böylece hiyerarşik yapı ve sınıfsal farkın baskın olduğu Japonya’da, Batılı değerler öne çıkmaya başlamıştır. Artan modernizasyon hareketleri orduya ve savunma alanlarına da yansımıştır. Güçlenmeye başlayan Japonya artık saldırgan bir dış politika izlemeye başlamış ve yakın çevresinde yayılmacı bir politika izlemiştir. Bu yayılmacı politika ise ilk izlerini Kore üzerinde göstermiş ve Japonya büyük güçlerle karşı karşıya gelmeye başlamıştır.
Asya’da uzun yıllarda hüküm süren Çin İmparatorluğu, Japonya’nın yayılmacı politikalarına karşı harekete geçmiş ve ilk Japonya-Çin savaşı gerçekleşmiştir. Çin aldığı yenilgi ile, Asya’daki hegemonik gücünde bir kırılma daha yaşamış ve ‘aşağılanma yüzyılı’ denilen ‘Century of Humilization’ süreci başlamıştır. Japonya’nın yayılmacı hareketleri ve gücü 1900’lerde zirveye ulaşmış ve Japonya, Asya’nın yeni askeri ve ekonomik gücü konumuna gelmiştir. Ancak bu yükseliş Japonya’yı yeni bir süper güç olan ABD ile karşı karşıya getirmiştir. Bu süre zarfında Birinci Dünya Savaşı gerçekleşmiş ve savaş Japonya için büyük bir fırsat olmuştur. Savaş sonrasında ise Japonya’nın Asya’daki gücü ve hakimiyet alanlarından rahatsız olan ABD ve Batılı güçler Japonya’yı durdurmak üzerine fikir birliği kurmaya çalışmış ve ekonomik yaptırımlar ile başlayan durdurma politikaları, İkinci Dünya Savaşı ile askeri güç kullanımına dönüşmüştür. 1945 yılında başlayan ABD’nin Japonya işgali, atılan atom bombaları ile kesin bir yenilgiye dönüşmüş ve Japonya’da yeni bir dönem başlamıştır.
Yenilgi sonrasında Japonya iç ve dış politikasında yalnız karar alamamış ve işgal güçleri tarafından yönetilmiştir. 1952’de yeniden bağımsızlık kazanması ile ülke içinde yeniden inşa dönemi başlamış ve bu inşanın ilk adımları yeni bir anayasası ile gerçekleşmiştir. Anayasada öne çıkan maddelerin başında ordu ve savunma konusundaki yasaklar bulunmuştur. Bu yıllardan itibaren Japonya’nın iç politikasında ekonomik kalkınma ve demokrasi, dış politikasında ise ABD müttefikliğine dayalı askersizleşme ve ülkelerle ilişkilerin iyileştirilmesi ön plandadır. ABD müttefikliği geleneksel Japon dış politikasının en temel direği konumundadır. Yeni inşa edilen Japonya’nın sınır ve askeri güvenliği ABD’nin güvenlik şemsiyesi ile sağlanmış ve Japonya’nın bir ordu kurması ve askeri alanda güçlenmesi yasaklanmıştır, güvenlik şemsiyesinin resmi dayanağı ile Karşılıklı Güvenlik Antlaşması’nın imzalanması ile yasal hale gelmiştir. Böylece ABD, Japonya’da asker ve askeri üs bulundurma hakkı kazanmıştır. 1960’lı yıllarla beraber Japonya toparlanmaya ve yakın çevresi ile diplomatik ilişkilerini iyileştirmeye başlamıştır. Bu iyileştirme süreci ABD müttefiki olmanın faydası ile gerçekleşmiş ve ülkeler ABD ile müttefik olma fırsatı için Japonya ile ilişkilerini tekrardan inşa etmeye çalışmıştır.
Japonya’nın yeniden inşa sürecinde uluslararası arenada da değişimler olmuştur. Soğuk Savaş’ın etkisi ile dünya Doğu Bloğu ve Batı Bloğu arasından bir taraf tutmak zorunda kalmıştır. Bu süre boyunca siyasi gerilimler çatışmalar devam etmiştir. Savunma artık nükleer bir boyut kazanmış ve kitle imha silahları gibi çekirdek güçlü silahlar ülkelerin dış politikalarında yerini almıştır. 1970’li yıllarda yumuşama döneminin etkisi ise Çin ABD arası temaslar başladı, bu temaslar başlayana kadar Japonya ve Çin arası herhangi bir temas gerçekleşmemiştir.
2000’li yıllara kadar Japonya dış politikası, ABD müttefikliğinin devamı, yakın komşularla ilişkilerini iyileştirme, ekonomik ve teknoloji alanında kalkınma, Japon kültürünü yumuşak güç vasıtasıyla dünyaya tanıtma gibi ana unsurlar üzerinde devam etmiştir. Japonya her ne kadar Batılı bir modernleşme süreci gerçekleştirse de Japon kültürünü korumayı başarmış ve asimile olmamıştır. Çin ile olan ilişkiler ABD’nin Çin ile yakınlaşması ile doğru orantılı olup ekonomik ve ticari ilişkilerle sınırlı kalmıştır. Çünkü Japonya, geleneksel olarak Batı Bloğu’nun bir parçasıdır ve bu durum günümüzde de böyledir. Japonya’da 2000’li yıllardan itibaren ekonomik ve teknolojik alanda gelişmeler yaşanmıştır. Öyle ki Japonya günümüzde dünyanın en iyi ekonomilerinden biridir. Teknolojik gelişmelere ev sahipliği yapan ve refah seviyesi yüksek olan bir Asya ülkesidir. Japonya’nın ABD’nin güvenlik şemsiyesinin altına girmesi ve kalkınmasını tamamen ekonomik hedeflerle gerçekleştirmesi ticaret hacminin artmasına imkan sağlamıştır. Ancak Japonya’nın, ‘anayasal pasifizm’ diye adlandırdığımız askeri güç olarak ortaya çıkmasının yasak olması ve sadece yumuşak güç ögeleriyle kendini var etmesi sebebiyle, Asya’da lider bir ülke konumuna yükselememiş ve siyasi bir güç mekanizması haline gelememiştir. Değişen uluslararası konjonktür özellikle son 20 yılda Çin’in yükselmeye başlaması ile, Asya’da yeniden bir Çin hakimiyeti ve liderliği oluşturmuştur. Çin Halk Cumhuriyeti’nin siyasi ve ekonomik alanda yeni bir güç unsuru olarak ortaya çıkması ABD başta olmak üzere birçok devlet için endişe kaynağı haline gelmiştir.
11 Eylül Saldırıları tüm dünyada olduğu gibi Japonya için de bir dönüm noktası olmuştur. Bu tarihle beraber uluslararası sistemde yeniden askeri güç ve savunmanın önemi gündeme gelmiştir. 2004 yılında Japonya savunma politikalarında ilk değişimler yaşanmış ve asker sayısında ve savunma sanayisinde küçük değişiklikler yapılmıştır. 2008 yılında savunma bütçesinde düşük bir artış gerçekleşmiştir. Bu süreç ‘normalleşme süreci’ olarak ilan edilmiştir. Böylece Japonya askeri gücünü arttırmaya hedeflerken bir yandan da mevcut gücünü sağlama almak için bölgesinde ittifak arayışlarına girmiş ve bu ittifak arayışları Asya’nın diğer yükselen gücü Hindistan ile Japonya’nın yakınlaşmasına alan yaratmıştır. 2020 yılı sonrası ise Japonya savunma ve dış politikasında köklü değişim ve gelişmeler yaşanmıştır. 2022 yılında yayınlanan Japonya Ulusal Güvenlik Stratejisi belgelerine göre, Soğuk Savaş’ın bitiminden günümüze dünyada çapında dengelerin değiştiği ve yeni güvenlik kaygılarının ortaya çıktığı görülmektedir. Bu kaygıların başında Çin’in yükselişi, ülkelerin silahlanmaya ve askeri ittifaklara daha fazla önem vermeye başlaması, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gibi tüm dünyayı etkileyen olgu ve olaylar yatmaktadır.
Japonya özelinde baktığımızda ise, Kuzey Kore resmi bir tehdit unsuru olarak kabul edilmesine dünyadaki yeni gelişmeler de tehdit ve endişe kaynağı olarak eklenmiştir. Peki tüm bu gelişmeler ışığında Japonya askeri güç arayışı ve dış politikasında neler yapmıştır? Öncelikle, Japonya savunmaya ayırdığı bütçeyi – mevcut bütçe GSYH’nin yüzde 1’ine denk idi- GSYH’nin yüzde 2’sine çıkarmış ve savunma bütçesi 5 Trilyon Yen ile sınırlıyken; bu sınırı 43 Trilyon Yen’ e kadar çıkarmıştır. Bu artıştaki temel amaç Asya’daki statükoyu korumaya çalışmaktır. Ayrıca tehdit unsuru ülkelerin nükleer alt yapıları ve uzun menzilli füzelerine karşı da kendini korumak ve olası saldırıları engellemek Japonya’nın temel hedeflerinden biridir. Yine bu rapora göre, ABD ile kurulan müttefiklik ilişkileri sadece Japonya’nın değil, Asya Pasifik’in tamamı için barış ve istikrar için önemlidir ve ilişkiler her alanda desteklenmelidir. Çin gerek bölgesel ilişkiler dolayısıyla gerek de ABD ile rekabeti sebebi ile Japonya için ciddi bir siyasi endişe kaynağıdır. Ancak ekonomik ve ticari alanlarda iki devletin de işbirlikleri hem ulusal çıkarlar için hem de bölge ekonomisi için önemlidir.
Sert güç arayışına yol açan etmenler iç ve dış etmenler olarak ayrılmaktadır. Dış etmenlerin başında tüm dünyayı etkileyen ABD-Çin gerilimi bulunmaktadır. Bu gerilime ek olarak Rusya’nın Ukrayna işgali, Kuzey Kore tehdidi ve Asya bölgesinde artan silahlanma çalışmaları örnek gösterilebilir. İç etmenler ise ilk olarak tüm dünyada olduğu gibi Japonya’da da güvenlik algılarının değişmesidir. Değişen güvenlik algıları yeni güvenlik kaygıları ortaya çıkardı ve bu yeni kaygılar Japonya içindeki gruplara da yansıdı. Bu kaygılar kendini anayasal pasifizmin bitmesinin desteklenmesi ve yeni bir anayasa talebiyle de karşılık buldu. Sonuç olarak, tüm bu verileri ve geçmişten günümüze yaşananları incelediğimizde, Japonya’nın Asya’da mevcut konumunu korumak istediğini görmekteyiz. İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan tecrübeler Japon halkı için önemini günümüzde de korumakta ve Japonya’nın siyasi hayatını etkilemektedir. Ekonomik olarak zirveye ulaşsa bile siyasi olarak pasif bir ülke olma kaderinin gelecekte ne çeşit değişimler yaşayacağı merak konusudur. Çünkü Japonya savunma ve askeri alanlarda değişimler yaşamak isteyen ve bu uğurda politikalar inşa eden bir ülkedir. Ancak dünyadaki sıcak çatışmaların artması, nükleer silahların ulaşımının kolaylaması gibi gelişmeler Japonya’yı askeri güç arayışına ve askeri güç artışına itmektedir. Mevcut ABD-Çin geriliminde hem Çin’e komşu olmak hem de ABD ile geleneksel müttefiklik bağlarına olmak Japonya için siyasi ve askeri alanda politika inşasının temel unsurlarıdır. Bu unsurlar doğrultusunda olası bir ABD-Çin çatışmasında merkez konumda olması ve hayati bir öneme sahip olması Japonya’yı askeri alanda güçlenmeye itmektedir.