Din Savaşları ve Çelişkiler
* Bilinenlere göre ekseriyetle, bütün insanlık ortak bir varoluş inancına sahiptir. Yine bilinen ve inanılan semavi dinlerde ve geleneklerden gelen inanışların hemen hepsinde önemli bir amaç da, ahlaklı iyi bir insan olma ve oluşturma çabasıdır.
* Bir taraftan bu gerçekler ve kabuller ortadayken, diğer taraftan da aynı iradenin dilemesi ve gücüyle yeryüzünde bulunan farklı ırk, kültür ve medeniyetler olarak insanlar, yaratılış felsefesini ve kendilerinden beklenenleri adeta görmezden gelir gibi bir hayat yaşamaktadır.
TÜHA / TÜRKUAZ İnternational News Agency
“Bilinenlere göre ekseriyetle, bütün insanlık ortak bir varoluş inancına sahiptir. Yine bilinen ve inanılan semavi dinlerde ve geleneklerden gelen inanışların hemen hepsinde önemli bir amaç da, ahlaklı iyi bir insan olma ve oluşturma çabasıdır. Bir taraftan bu gerçekler ve kabuller ortadayken, diğer taraftan da aynı iradenin dilemesi ve gücüyle yeryüzünde bulunan farklı ırk, kültür ve medeniyetler olarak insanlar, yaratılış felsefesini ve kendilerinden beklenenleri adeta görmezden gelir gibi bir hayat yaşamaktadır.
Âşık Veysel’in bir deyişinde de ifade ettiği gibi mademki “aynı vardan var olmuşuz” bu öfke ve bu kin niye? Birbirimize dünyayı dar etme, zor etme düşüncesi niye? Ve bu durum; insanlığın bilinen tarihiden beri neden bu kadar hem varlığını hem de şiddetini artırarak devam ediyor, niye? Bu ve benzeri sorular ister istemez aklımıza geliyor…
Bütün mesele; hırsımıza dizgin vuramamak, bizim de yararlanıcısı olduğumuz dünyayı sahiplenmeye çalışarak; hepsi benim olsun, muktedir ben olayım, güç, kudret ve varlığın sahibi ben olayım meselesidir. Aslında biz, muktedir değil muhtaç olan tarafız. Yaratan değil yaratılan ve yararlanan tarafız. Hâlbuki hem dünyanın büyüklüğü hem insan ve diğer canlı nüfusunun mevcut varlığı bu tamahkârlığı gerektirmeyecek kadar dengeli ve insanoğlunun lehinedir.
Olan bitene baktığımızda; insanoğlu olarak yeryüzünde varoluş gayemizi unutup, kendi hayatımıza mal olacak bir sonucu yaşayarak ve yaşatarak adeta bizden sonraki nesillere bir mağduriyet veya refah miras bırakma yarışındayız. Aileden, sülale ve millet yapılanmalarına kadar insanlardaki bu ruh hali gerçeğimizdir ve zaman geçtikçe de azalmak yerine; çapı da, şiddeti de, çarpanı da maalesef büyüyerek varlığını artırmakta ve sürdürmektedir.
Toplum psikolojisi dikkate alınmadan ve iyi düşünülmeden karar verilen ve icra edilen savaşların, özellikle hakkına razı olmayanlar tarafından, saldırgan ve işgalci bir zihniyetle başlatılmasının ortaya çıkardığı olumsuzluklarını daha pasif kalan, daha kenarda duran, daha yetkisiz olan büyük kitleler yaşamakta ve bedelini de yine çok ağır biçimde onlar ödemektedir.
Kıran kırana bir savaşın sonunda, hele de teknolojinin öldürme gücünün büyüklüğünü de dikkate aldığımızda, bu işin zaferinden ya da hezimetinden ders alacakların çoğu maalesef öldüğü için gereken ders de yeterince alınamamaktadır. Kalanlar da bunların mirasçıları olarak bu gerginlik ve kavgaları sürdürmeye potansiyel aday olmaktadır.
Hâlbuki insanoğlu; din bakımından aynı peygamberin ümmeti olmasa bile, aynı Allah‘a inananlar olarak oturup kafa yorup, olan biteni ciddi olarak gözden geçirip, bu tür problemlere daha yumuşak daha yapıcı yaklaşmayı ve çözüm yolları bulmayı başarabilmelidir diye düşünüyorum.
Osmanlı İmparatorluğu bu konuda Mescid-i Aksa’nın kutsiyetini sadece Müslümanlara bırakmamış; hem Hristiyanları hem de Yahudileri memnun edecek şekilde Mescid-i Aksa’nın duvarına “Lâ ilâhe illallah, İbrahim halîlullah” yazdırarak oranın insanlık için ortak miras olduğunu göstermiştir. Ama şimdi Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudiler tek başına buraya sahip olmak düşüncesini devam ettirdiği için Mescid-i Aksa kimseye yar olamıyor, kimse de orada huzurlu bir şekilde ibadetini yapamıyor.
Aklıselim davranmak, birçok felaket ve musibet öncesinde lazım olan bir irade ortaya koyma şeklidir.
Kocaman devletler ve onların büyük sorumluluk ve yetki sahibi yöneticileri bu işe bir de bu gözle bakabilseler, kimse kimseyi tek taraflı kışkırtmasa, arkalamasa, inanıyorum ki; çok daha adil ve kalıcı çözümler ortaya çıkmış olacaktır.
Ne Filistinli İsrail’i yok sayarak yok edebilir, ne de İsrailli Filistin’i yok sayarak tarihten silebilir. O halde geriye; ya şiddet, gerginlik, baskı ve huzursuzluk; ya da sevgi, barış ve huzur seçenekleri kalmaktadır. Bu durumda, asırlardır süren ve bu kafayla sürmeye devam edecek olan bu problemin çözümü; Osmanlı’nın yaptığı gibi bir yol izlemek ve Mescid-i Aksa’yı üç semavi din mensuplarının da ibadet etmelerini mümkün kılacak bir yapıya, huzurlu ve sükûnetli bir ortama kavuşturmak olmalıdır. Din ve inanca dayalı bu önerinin yanı sıra, Birleşmiş Milletler kararlarıyla tanınan bağımsız bir Filistin devletinin kurulması gibi siyasi gelişmelerin de mevcut sorunların çözümünde rol oynayacağı unutulmamalıdır.
Bu arada kutsal bir dini hem savaşın sebebi ve öznesi yapıp hem de sivilleri, hastaneleri hedef alarak ve kimyasal silah kullanarak savaş ahlakına uymayan İsrail’i bu ahlaksız anlayıştan uzaklaşmaya davet ediyor ve kınıyorum.
Bizim kulluğumuzdan razı olacak, ibadetlerimizi kabul edecek olan yüce Rabbimizdir. İnsanoğlu olarak en büyük çelişkimiz ise; O’nu razı etmek ve O’na ibadet etmek adına, O’nun büyük günah saydığı ve yapılmasını yasakladığı masum canlara kıymamız vb. fiilleri yapmamızdır!..
Ne yaptığımızın farkında mıyız?!..”