İkinci Dünya Savaşı’ndan Sonra ABD’nin Ortadoğu Politikasına Genel Bir Bakış
Bu makale, İkinci Dünya Savaşı’ndan Obama yönetimine kadar geçen süreye geniş bir çerçeve ile bakmayı ve genel olarak ABD’nin Ortadoğu politikasını ülkeler ve başkanlar nezdinde incelemeyi, ABD’nin dış politikasının nasıl şekillendiğini anlamayı, Ortadoğu’nun ABD için kritik önemini açıklamayı amaçlamaktadır.
TÜHA / TÜRKUAZ İnternational News Agency
Bahçeşehir Üniversitesi Göç Çalışmaları Anabilim Dalı Lisansüstü Programı’dan Şevval Çoklar, “İkinci Dünya Savaşı’ndan Sonra ABD’nin Ortadoğu Politikasına Genel Bir Bakış” bir makale kaleme aldı.
Şevval Çoklar, makalesinin birinci bölümünde, “ABD’nin Ortadoğu Politikasında Öne Çıkan Faktörler“e yer verdi.
1. ABD’nin Ortadoğu Politikasında Öne Çıkan Faktörler
Dönemsel olarak Amerika’nın Orta Doğu’ya yönelmesinin başlıca sebebi olarak petrol yataklarının zenginliği ve ABD’nin ekonomik çıkarları ortaya çıkmaktadır. İkinci olarak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu’ya hakim olmak isteyen ABD-SSCB arasındaki güç mücadelesi sayılabilir. Ayrıca Amerika için bir diğer önemli faktör de Arap coğrafyasında kurulan bir Yahudi devleti olan İsrail’in güvenliğini sağlamaktadır. ABD’nin bölgedeki politikalarına yön veren önemli unsurlardan birkaçı da Şii tehdidi ve Amerikan karşıtlığı olarak gösterilebilir. Özellikle 1979 İran Devrimi’yle birlikte şeriat rejiminin bölge devletlerine yayılması ihtimali ABD için endişe verici bir durum haline gelmiştir. Amerika, Orta Doğu’nun tüm bu karmaşası içinde Arap coğrafyasının güç dengesinin bozulmamasına özellikle dikkat etmiş, bu sebeple sık sık saf değiştirerek dengeyi korumaya çalışmış ve eğer Orta Doğu devletlerinde istikrarlı bir yapı varsa mevcut durumun korunması için çabalamıştır (Dorel, 2007). Truman Doktrini ile önemsenmeye başlanan Orta Doğu, daha sonra ABD başkanları Eisenhower, Nixon, Carter, Reagan, George H. W. Bush, Clinton, George W. Bush, Obama, Trump ve bugün Biden’ın da dış politikasında yer almaktadır.
1.1. Petrol
ABD’nin Orta Doğu’da bu zamana kadar mücadele etmesinin başında bölgedeki zengin petrol yatakları gelir çünkü dünyanın sadece %2.5’lik petrol kaynaklarına sahip olan ABD, bu konuda dünyanın geri kalanına bağlıdır. Ayrıca büyük Amerikan petrol şirketlerinin maddi durumlarının iyileşmesi için petrol fiyatlarının kontrolünü elinde tutmak isteyen ABD, dünya petrol piyasasının güvenliğini sağlamaktadır. Başta söylediğimiz üzere ABD, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte Orta Doğu’da etkinliğini artırmış olsa da Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikalı petrol şirketlerinin bölgedeki yoğun petrol yataklarının varlığından haberdar olmasıyla Amerika, bu bölgede şirketlere ayrıcalık sağlanacak bir ortam hazırlamıştır. Amerikalı petrol şirketlerine Suudi Arabistan’da, Bahreyn’de ve Kuveyt’te ayrıcalık sağlandıktan sonra Kızıl Hat Antlaşması imzalanarak ABD’nin ayrıcalıkları daha da genişletilmiştir. Fakat başta İngiltere olmak üzere diğer bağımsız petrol şirketleriyle de Amerikan şirketlerinin arası bozulmuştur ve başlıca sebep olarak ABD’nin petrol odaklı politikalar uygulamaya başlaması gösterilebilir (Halabi, 2009). Bugün hala Orta Doğu petrolüne ortalama %30 oranında bağımlı olan Amerika, ucuz petrol maliyetinden faydalandığı ve Orta Doğu’ya alternatif zengin petrol kaynakları olan bir bölge bulamadığı için kendi çıkarları doğrultusunda politikalarını devam ettirmek zorundadır. Sonuç olarak petrol konusu üzerinden ABD’nin bölgeye yönelik temel kaygısı ekonomik çıkarlarını korumak denebilir (Arı, 2004).
1.2. İsrail
ABD’nin Orta Doğu politikasında İsrail’in varlığı ve bölgedeki çıkarları göz ardı edilemez. 1922 Amerikan Kongresi karar bildirgesinde “ABD, Filistin’de Yahudilere milli yurt kurulması taraftarıdır.” kararı yer almaktadır. Fakat ABD’nin desteğinin artması 1967 yılından sonradır (Arı, 2008). Çünkü Orta Doğu’da Yahudilerin varlığı ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra devlet kurmaları bizzat ABD’nin bölgesel çıkarlarına ve stratejilerine uymaktadır. Bu sebeple Arap devletlerinin ambargolarına karşı Amerika halen İsrail yanlısı stratejilerine devam etmiştir. ABD, Orta Doğu politikasında İsrail’i neredeyse merkezine koymuştur. Böylece Yahudi lobilerinden think tank kuruluşlarına kadar devlet içi etkinliklerine Yahudileri de dahil etmiştir.
1.3. ABD-SSCB Mücadelesi
1991 yılına kadar eski Sovyetler Birliği, iki kutuplu dünya düzeninde ABD ile çekişme içerisinde olmuştur. İngiltere’nin Orta Doğu’dan çekilmesi ile bölgedeki hegemon güç haline gelen ABD, Birinci Dünya Savaşı’nda planlamaya başladığı Orta Doğu politikasını İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte gün yüzüne çıkarmıştır. Ayrıca ABD, İkinci Dünya Savaşı sırasında Truman Doktrini ile bölge politikasını yönetmiş ve Orta Doğu’nun bugünkü varlığını belirlemiştir. Sovyet tehdidine karşı İran, Türkiye ve Yunanistan üzerinden ilerleyen doktrin “Eğer İran ve Türkiye Sovyet kontrolüne girerse tüm Orta Doğu bundan etkilenir ve Sovyetler Birliği-ABD mücadelesinde Sovyetler üstünlük elde eder.” şeklindeydi. Bu sebeple Truman, Sovyetlere karşı bir hat oluşturarak çevreleme politikası izlenmesine karar vermiştir (Arı, 2004). Sonunda ise Türkiye ve Yunanistan’a ekonomik ve askeri yardım yapmak istemiştir. Daha sonra ABD başkanı Eisenhower’ın Soğuk Savaş sırasında Orta Doğu için “dünyanın en stratejik önemi olan bölgesi” tanımının ardından Sovyetler ile ABD’nin mücadelesi şekillenmiştir. Eisenhower, Orta Doğu’da Sovyetlerinin etkisini azaltmak için Araplar ile pakt oluşturmaya karar vermiştir. Başta Mısır, Suriye ve Suudi Arabistan’ın karşı çıktığı Bağdat Paktı ilk olarak Irak ve Türkiye arasında imzalanmış ve daha sonra İran ve İngiltere de pakta katılmıştır (Gönlübol ve Ülman, 2009).
Orta Doğu’da ABD-Sovyetler çekişmesini artıran bir diğer olay ise Süveyş Krizi’dir. Sovyetlerin bölgedeki etkinliğinin artmasıyla Eisenhower Doktrini tüm Orta Doğu’yu kapsayacak şekilde Amerikan askerleriyle bölgenin komünizme karşı korunması gerektiğini söylemiştir. Bu fikir; Mısır, Suriye ve Sovyetlerden sert tepki alırken Türkiye, Pakistan, Suudi Arabistan, Lübnan ve Yunanistan tarafından desteklenmiştir. Bu doktrin ile ABD; İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu’dan çekilmesiyle oluşan bölgedeki otorite boşluğunu da doldurmak istemiştir (Kalca, 2008).
Vietnam Savaşı’nın ABD üzerindeki olumsuz etkilerinin de bir sonucu olarak 1970’te yayınlanan Nixon Doktrini’nde ABD’nin bölgesel çatışmalara doğrudan müdahale etmeyeceği, bunun yerine askeri ve ekonomik yardım yapacağını ifade etmiştir (Akbaş, 2018). Nixon ise başkan seçilmesinin ardından bölgede sert bir politika izlemek yerine Orta Doğu’nun iki büyük devleti olan İran ve Suudi Arabistan’ın silahlanmasını destekleyerek iki ayaklı bir politika izlemiştir (Akbaş, 2018). Nixon’un politikasında 4 ana unsur vardır: Körfez bölgesindeki istikrarın artması için İran ve Suudi Arabistan iş birliğinin teşvik edilmesi, ABD’nin Körfez’deki deniz gücünü muhafaza etmesi, Körfez’deki diplomat ve teknik adamların arttırılması, zayıf durumdaki Körfez devletlerinin desteklenmesi (Arı, 2004).
Carter ise Nixon gibi askeri müdahaleden uzak bir politika izlemek yerine petrol ve güvenliğin sağlanmasında ABD’nin gerekirse doğrudan askeri güç kullanabileceğini dile getirmiştir. Carter, oluşturduğu Çevik Kuvvet Birliği ile ABD’nin bölgedeki çıkarlarını korumak için Basra Körfezi’ne yayılmaya karar vermiş ve daimi olmasa da sadece kriz anlarında kullanabilecekleri bir güç halinde Umman, Somali ve Kenya’da tesis kurulumu ile uzlaşmaya varmıştır.
Reagan, ABD’ye karşı oluşabilecek her türlü tehdide karşı Arap Denizi’nde, Afrika Burnu’nda, Hint Okyanusu’nda askeri üsler elde ederek Sovyetlere gözdağı vermiştir. Reagan’ın bu kararları Sovyetleri yıkılmaya zorlamıştır diyebiliriz. Kısacası Orta Doğu bölgesi stratejik önemi dolayısıyla tarihsel olarak büyük devletlerin ilgisini her dönem çekmiştir, dolayısıyla uluslararası sistemdeki güç dağılımı ve dengesinden etkilenmiştir. 2. Dünya Savaşı sonrası küresel planda en önemli aktör olarak ortaya çıkan ABD, Orta Doğu’da da başat bölge-dışı aktör konumuna kısa sürede gelmiştir. Yine küresel planda ortaya çıkan ABD-SSCB rekabeti ve mücadelesi Orta Doğu politikasını da etkilemiştir. Böylece SSCB’nin Orta Doğu’da olası etkinliğini engellemek, özellikle de bu bağlamda Körfez petrollerinin Batı’ya güvenli ve uygun fiyatlarla akmasını sağlamak Soğuk Savaş döneminde ABD’nin bölge politikasının en önemli ayaklarından birini oluşturmuştur (Altunışık, 2009). 1991 senesinde Sovyetler dağılmıştır. ABD, Orta Doğu’daki çıkarlarını korumak için büyük bir güç elde etmiştir. ABD için bölgede yeni bir süreç başlamıştır.
1.4. Amerikan Karşıtlığı
Amerika’nın Orta Doğu’da izlediği politikalar Arap devletlerinin içinde yer alan radikal gruplar tarafından anti-Amerikanizmi doğurmuştur. Reagan ile başlayıp W. Bush zamanında yaygınlaşan bu akımın sebebi W. Bush’un 2003’teki Irak işgali ve Orta Doğu’ya barış ve demokrasi getirmek amacıyla yaptığı askeri hamlelerdir. Ayrıca İran ve Suriye’ye karşı ABD’nin uyguladığı politikalar ve ABD’nin desteklediği İsrail’in Filistin topraklarına karşı düzenlediği operasyonlar gibi birçok neden ABD karşıtlığını artırmaktadır. ABD’nin tek başına Orta Doğu topraklarında yaratmak istediği “demokrasi” ortamı bölgede politik ve ekonomik istikrarsızlığa neden olmuştur (Hadar, 2005). Tüm bu sebepler ABD sempatizanı Orta Doğu ülkelerinde bile olumsuz bir hava yaratmıştır. ABD Orta Doğu ülkelerinin petrol dışında alanlarda da küresel ekonomiye bütünleşmelerini desteklemiştir. Monarşileri bir anda demokrasi rejimiyle tanıştırmak tutkusunda olan Amerika’nın Orta Doğu ülkelerinde serbest piyasa ekonomisini entegre etmeye çalışması bir süre sonra ekonomik sınıflardaki uçurumu iyice artırmış ve “demokrasi” kavramından büyük beklenti içerisinde olan Arap halklarının isyanlarını tetiklemiştir (Özdağ, 2004).
1.5. Petrol-Dolar Meselesi
Doktrindeki başka bir görüş de aslında Amerika’nın Orta Doğu’nun petrolünün artık sadece %11’ine ihtiyacı olduğu ve bu yüzden ABD’nin Orta Doğu politikasının en büyük aktörünün petrol değil petrol-dolar meselesi olduğudur. Halil İbrahim Yılmaz, Orta Doğu’nun Jeo-Ekonomik Önemi ve ABD’nin Ortadoğu Politikasının Ekonomik Nedenleri isimli makalesinde:
“Petrol ticaretinin dolarla olmasını sağlamak ve doların “rezerv para” pozisyonunu korumaktır. ABD’nin OPEC ülkeleri ile yaptığı anlaşmadan sonra, petrol ticareti, günümüzde büyük oranda dolarla yapılmaktadır. Petrolün dolarla satılması, doların rezerv para olmaya devam etmesinin en güçlü dayanağıdır. Petrol ihtiyacı olan devletlerin, petrol satın alabilmesi için, elinde dolar bulundurması gerekmektedir. İşte bu noktada, petrol satın alacak devletlerin gerekli doları temin edebilmesi için, ABD’ye mal ve hizmet vererek dolar almak dışında başka yol yoktur. Bu uygulama ABD’nin, karşılıksız olarak bastığı dolarlarla bütün dünya devletlerinin mal ve hizmetlerini bedavaya alması demektir. Yılda 2 trilyon dolara yakın bir petrol ticareti olduğuna göre, bu ticaretin dolarla olmasının devamı, ABD için hayati derecede önemlidir.
Dünya petrol ticaretinin neticesinde ortaya çıkan dolar cinsinden bu devasa paranın tekrar ABD’ye dönmesi ve ABD piyasalarında değerlendirilmesi, ABD ekonomisinin finanse edilmesi, açıklarının kapatılması ve borçlarının ödenmesi anlamına gelmektedir.Yabancı yatırımcı çekmek için her yolu deneyen Türkiye gibi ülkelerle ABD’nin bu durumunu kıyasladığımızda, petro-dolar döngüsünün ABD ekonomisine ne kadar büyük getirilerinin olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. ABD’nin çıkarları Ortadoğu devletlerinin bölgede daima çatışmaları gerektirmektedir. Çünkü her çatışma yeni silah satışı demektir. Gerek Ortadoğu ülkelerinin birbirleriyle olan çatışmaları, gerekse Ortadoğu krallarının saltanatlarını koruyabilmek ve devam ettirebilmek için güçlü ordular yetiştirmeleri, bir silahlanma yarışına sebebiyet vermiş; bölgenin zaten kıt olan kaynakları da savunma harcamalarına gitmiştir. Bu ise ABD silah sanayinin stoklarının erimesi ve silah fabrikalarının yirmi dört saat aralıksız çalışması anlamına gelmektedir. Yani kazanan yine ABD’dir. Diğer yandan Ortadoğu’da petrol ticaretinde en önemli oyuncular ABD’li dev petrol şirketleridir. Petrolü arayan, çıkaran ve dünyaya pazarlayan bu şirketlerdir ve ABD’nin bölgedeki operasyonlarının bir amacı da kendi ekonomik çıkarlarını ve şirketlerini korumaktır” şeklinde bir varsayımda bulunmuştur. (devam edecek-ABD’nin Orta Doğu Politikasında Değişim ve Süreklilik) (devam edecek-ABD’nin Orta Doğu Politikasında Değişim ve Süreklilik”
***
Yazar hakkında
2. ABD’nin Orta Doğu Politikasında Değişim ve Süreklilik
2.1. Truman Doktrini
ABD, “kuzey kuşak” ülkelerine Truman Doktrini çerçevesinde yapılan yardımların yanı sıra, 1945’te Suudi Arabistan’da üs ve 1949’da Bahreyn ile liman kolaylığı öngören birer anlaşma yaptı (Arı, 2017). Bununla birlikte Orta Doğu’da ABD etkinliği arttı. ABD ayrıca Sovyet tehdidi karşısında savunma bütçesini de artırdı.
2.2. Eisenhower Doktrini
İsrail ile İngiltere ve Fransa’nın 1956’da Mısır’a saldırmasıyla başlayan savaşta Sovyetler Birliği’nin bu üç devlete ağır tehditler yöneltmesi ve hatta Orta Doğu’ya asker göndermekten söz etmesi üzerine ABD devreye girerek savaşın sona ermesini sağlamıştır. Süveyş kriziyle Arap dünyasının büyük tepkisini çeken İngiltere’nin bölgedeki gücünü yitirmesi, ABD’yi Orta Doğu’ya yakınlaştırmış oldu. Eisenhower ve Dulles’ın yürüttükleri Yeni Bakış Stratejisinin amaçları çerçevesinde, Kuzey Kuşağı ve Bağdat Paktı sayesinde Sovyetlerin Orta Doğu’ya müdahale imkanı ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Fakat daha sonra bahsedileceği üzere Arap milliyetçiliğinin artması ile Suriye ve Mısır’dan tepkiler geldi. Bu durumu çözmek isteyen Eisenhower, bölge ülkelerinin ekonomik sıkıntılarının giderilmesine yardımcı olmak ve ister ikili ister toplu münasebetler yoluyla bu ülkelere komünizm hegemonyasının neler getirebileceğini anlatmak ve bunların komünizme karşı koymalarına yardım etmek konusunda kararlıydı (Oran, 2012). Kongreden çıkan karar doğrultusunda:
1- Bağımsızlığını korumak için ekonomik kalkınma çabası içine giren Ortadoğu ülkelerine ekonomik yardım yapmak.
2- Bunlardan isteyen ülkelere askeri yardım yapmak.
3- Bu ülkelerin istemeleri şartıyla, “milletlerarası komünizmin kontrolü altında bulunan bir ülkeden gelecek açık silahlı saldırılar karşısında’’ Amerikan silahlı kuvvetlerinin kullanılması şeklinde bir doktrin yayınlandı.
2.2.1. ABD ile Mısır Arasındaki İlişkiler
ABD’nin Orta Doğu’da aktif olarak yer almaya başladığı yıllarda ABD’de hakim olan görüş Washington’un bu kadar hayati bir bölge için belirsizlik politikasını bırakması ve harekete geçmesi yönündeydi. 1950’lerin başında Mısır’da pan-Arabizmi destekleyen Nasır iktidardaydı. Batılı devletlerin Mısır’a ekonomik anlamda yardım etmeyeceğini duyurması üzerine Mısır, Süveyş Kanalı’nı özelleştirme kararı aldı. ABD başkanı Eisenhower, Nasır’ı düşürmek amacıyla harekete geçen Fransa, İngiltere ve İsrail’e karşı çıkarak Araplar aleyhinde bir tutum sergilemediğini gösterdi. Bu üç devletin ateşkes ilan etmesi üzerine 1957’de kanal tekrar uluslararası trafiğe açıldı. Ayrıca bu dönemde, Sovyet baskısı altında olan Orta Doğu devletlerinin de korunması için ABD her türlü askeri, ekonomik yardımı yapacağını ve olası Sovyet saldırısına karşı bölge devletlerinin Amerika’nın silahlı kuvvetlerini kullanabileceğini açıkladı.
2.3. Nixon Doktrini
Nixon artık ABD’nin “özgür ulusların” savunulmasıyla ilgili tek karar alıcı olmayacağını duyurdu. ABD artık bölgesel çatışmalara girmeyecek, bunun yerine askeri ve ekonomik yardımlarla yetinecekti. Bu şartlar göze alındığında, bölgede Irak dışındaki iki büyük devlet olan Suudi Arabistan ve İran’a silah transferinin yapılmasını öngören “iki ayaklı” politika uygulandı. Çünkü ABD, birbirinin varlığından rahatsız olan iki devletin arasındaki iş birliğininin geliştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu stratejik ve ekonomik çıkarların sözkonusu olduğu durumda devletlerden yalnızca birini desteklemek diğerinin ABD’den uzaklaşması demek olabilirdi (Kunihom, 1987). ABD’nin o dönemdeki politikalarını İran ve Afganistan’daki gelişmeler dışında, 1978’de Etiyopya-SSCB anlaşması, 1979’da Yemen-SSCB kaynaşması da etkilemiştir. Ayrıca Türkiye ve Pakistan’ın İran’daki gelişmelerle birlikte CENTO’dan ayrılması da ABD’yi politikalarını gözden geçirmeye zorlamıştır.
2.4. Carter Doktrini
1979 sonlarında Sovyetler’in Afganistan’a askeri müdahalede bulunarak ülkeyi kontrol altına alması ve İran’da meydana gelen gelişmeler çerçevesinde ABD dış politikasında önemli değişikler yapacak olan Carter Doktrini ilan edilmiştir. Carter, Nixon’un politikasının tam tersi bir politika izlemeyi tercih etmiştir. Bunun sonucunda Başkan Carter 1980’de kongrede yapmış olduğu konuşmada, “Basra Körfezi’nin denetimini ele geçirmek amacıyla herhangi bir yabancı güç tarafından yapılacak müdahaleler ABD’nin yaşamsal çıkarlarına bir saldırı olarak dikkate alınacağını ve böyle bir saldırıya askeri güç de dahil olmak üzere gerekli her türlü araçla müdahale edileceğini” belirtmiştir. Bu çerçevede, ABD’nin Irak-İran savaşının başlaması üzerine bölgede askeri varlığını arttırdığı görülmektedir. Savaşın yayılması üzerine petrol yatakları ve dolum tesislerinin İran’ın hava saldırısına uğraması üzerine savunma kapasitesini artırma amacıyla AWACS uçaklarını Suudi Arabistan’a göndermiştir (Long, 1979).
2.4.1. ABD ile İran Arasındaki İlişkiler
İran ve ABD arasındaki ilişkiler 1950’lerden beri devam etmekte olup 1971’de daha da gelişmeye başlamıştır. İki ayaklı politikada İran’a ayrı bir önem verilmiştir çünkü Sovyetlerin muhtemel saldırısına karşı güçlü bir İran bu tehdide tampon olabilecek bir işlevde görülmüştür. Ayrıca Batı için kritik öneme sahip olan Körfez bölgesinin güvenliğini sağlamada ve İngiltere’nin bölgeden çekilmesiyle oluşan güvenlilik sorununun çözümünde ABD İran’a yaptığı askeri ve ekonomik yardımların faydası olacağını düşünüyordu. 1972’de ABD başkanı Nixon, İran Şah’ına istediği silahları alabileceğini ve tüm konvansiyonel silahların İran’a verileceğini belirtti. 1971-1976 döneminde bölgede yaşanan enerji kriziyle birlikte ABD, İran’a 12 milyar dolarlık silah satışı yaptı (Ramazani, 1998). Ayrıca bu dönemde İran’da çok sayıda Amerikan askeri ve sivil uzman ve danışman da bulunmaktaydı. Körfez bölgesinin güvenliğini iyi şekilde sağlayan İran’la ABD’nin arasının bozulması İran Devrimi’nin yaşanması ve Şah’ın devrilmesi ile yaşandı. ABD’nin İran’daki varlığı sona erdi. Bu ABD için hem stratejik, hem politik, hem de ekonomik kayıp oldu. ABD artık İran aracılığıyla Sovyetlerdeki gelişmeleri yakından takip etme şansını kaybetmişti. ABD istihbarat amaçlı üslerini Umman, Bahreyn ve BAE’ya kurdu. İran’daki devrim ile ABD karşıtı bir politik tutumun ortaya çıkmasıyla ABD 1979’da İran’ın fonlarını dondurdu ve 4 Kasım 1979’da yaşanan ve 444 gün süren Rehineler Krizi dolayısıyla ABD 7 Nisan 1980’de İran ile diplomatik ilişkilerini kesti (Arı, 2017). Clinton yönetiminin İran ve Libya’ya ticaret yasağı koyması ve uzantısında 1996’da çıkan ambargoları kapsayan De’Amato yasası da gerilimi sürdürmüştür. ABD ile İran’ın gergin ilişkileri İran’ın nükleer silahlanması, bölgeye yönelik rejim ihracı, ve Lübnan’daki Hizbullah ve İslami Cihad gibi örgütleri de desteklemesiyle devam etmiştir.
Clinton yönetimi ilk kez 1999 senesinde İran’a uygulanan ambargoyu hafifleterek ilaç, gıda ve tıbbi malzemeleri ambargonun kapsamı dışında bırakmıştır. İran ile ABD arasındaki gerilim özellikle 11 Eylül Saldırısından sonra gündeme gelen Bush Doktrini ile şekillenmiştir. İran, kitle imha silahlarına sahip olması dolayısıyla uluslararası terörizmi destekleyen devletler arasında ve dolayısıyla şer ekseninde sayılmıştır. Bu dönemde İran tamamen barışçıl sebeplerle nükleer teknolojiyi geliştirmek adı altında bu silahlara sahip olduğunu söylemiştir. Fakat şu bir gerçektir ki İran’nın tamamen değişmesi gerçekleşene kadar ABD ile doğrudan sağlıklı ilişkiler kurması oldukça zordur.
2.4.2. ABD ile Suudi Arabistan Arasındaki İlişkiler
1920’lerde petrol imtiyaz antlaşmalarıyla ABD’nin Orta Doğu’ya ilgisi İngiltere’nin bölgeden çekilmesi ile çok boyutlu bir hal almıştır. Ayrıca Suudi hükümeti ile Standart Oil of California şirketinin imzaladığı petrolün araştırılması ve işletilmesini öngören imtiyaz antlaşmasının da iki devletin ilişkilerinde çok büyük rolü vardır. ABD’nin Suudi Arabistan ilgisi, Amerikan şirketlerinin bölgedeki yatırımları artmaya başladıkça ve petro-dolarlar ABD’ye geldikçe daha da yoğunlaşmıştır. Nitekim sadece petrol üzerinden ilerleyen ilişkilerin İran’da şahın devrilmesi üzerine daha da yakınlaştı. ABD için Suudi Arabistan’ın önemi arttı. Fakat, 1970’lerde Orta Doğu’da artan milliyetçilik akımı ve millileştirme hareketleri petrol üzerindeki egemenliği şirketlerden alıp bağımsız devletlere verdi ve bölgedeki kontrolü sağlamak ABD’nin askeri ve siyasi politikası haline gelmiştir.
2.4.3. ABD ile Afganistan Arasındaki İlişkiler
ABD, 1979 yılında Sovyet Birliği’nin işgaline kadar Afganistan’ı gündemine almamıştı. Bu işgalden sonra ABD, Sovyetler Birliği’nin Basra Körfezi’ne ve dolayısıyla Hint Okyanusu’na inme tehlikesiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Afganistan’ın stratejik öneminin farkına varan ABD, Afganistan’da “komünizme karşı mücahit hareketi” başlatan Afgan direniş gruplarına yaptığı askeri ve finansal yardımları Suudi Arabistan’ı da yanına alarak Pakistan üzerinden gerçekleştirdi. ABD’nin 1980’lerin başında en büyük korkusu Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan sonra Pakistan’ı da hedef almasıydı (Önal, 2010). ABD’nin Afganistan’ı gündeme taşımasının önemli nedenlerinden biri de 1979’daki İslami devrim ile bölgedeki en önemli müttefiki İran’ı kaybetmesidir. Neticede Amerika kendine yeni ittifaklar aramak zorunda kalmıştır. Bu sebeple ABD, Sovyetler Birliği’nin Basra Körfezi’ne, dolayısıyla Hint Okyanusu’na inmesini engellemek adına Afganistan’daki Sovyet karşıtı direnişçileri desteklemiştir.
Afganistan’da 1979 ve 1989 yılları arasında devam eden Sovyet işgali Soğuk Savaş’ın son büyük silahlı çatışmasına yol açmıştır. “Savr Devrimi” olarak adlandırılan 1978 hükümet darbesinin Sovyet yanlısı yönetimine karşı başlayan münferit ve örgütsüz ayaklanmalar Sovyet Ordusu’nun Afganistan’a girmesiyle üçüncü tarafların desteklediği geniş kapsamlı bir direniş mücadelesine dönüşmüştür. Krizin asıl aktörleri Sovyetler Birliği ve Marksist Afgan Hükümeti ile bunların karşısındaki direnişçilerdir. Afganistan topraklarındaki direniş grupları, Pakistan ya da İran’da yerleşik dinî nitelikli siyasi partilerin şemsiyesi altında faaliyet gösterirlerken aynı zamanda ABD, Pakistan ve Suudi Arabistan gibi ülkelerden finansal yardım ve silah desteği alıyorlardı (Erman, 2018).
2.5. Bush Doktrini
11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yönelik gerçekleştirilen terör saldırıları hem ABD’nin uluslararası stratejilerinin hem de uluslararası aktörlerin ilişkilerinin yönünü değiştirerek uluslararası sistemin dönüm noktasını oluşturmuştur ve ABD’nin Orta Doğu politikası değişmiştir. El-Kaide’nin üyesi olan on dokuz hava korsanının neden olduğu terör olaylarından sonra G.W. Bush’un başkanlığındaki Washington yönetimi, “teröre karşı savaş” açarak özellikle de sorunun kaynağı olarak gördüğü Orta Doğu’ya yönelik olarak tek taraflı ve zora dayalı dış politika geliştirme eğilimine girmiştir. 27 Eylül 2001 tarihli Kongre konuşmasında “teröre karşı savaş” prensibinin sınırları Bush tarafından çizilmiştir. Aynı zamanda bu konuşma daha sonra Bush Doktrini olarak anılacak stratejinin temel hatlarına dair ipuçları vermiştir (Güdek, 2017). Bu konuşmada Bush teröre karşı izlenecek savaşın yol haritasını şöyle ifade etmiştir:
“Emrimizdeki tüm kaynakları, her türlü istihbarat aracını, her türlü hukuki yaptırımı, her türlü mali etkiyi ve gerekli her türlü silahı, küresel terör şebekesini yok etmek ve ele geçirmek için kullanacağız. Teröristlerin mali kaynaklarını kurutacağız, onları birbirlerine düşüreceğiz, sığınacak ve dinlenecek bir yer kalmayıncaya kadar onları bir yerden başka bir yere takip edeceğiz. Terörizme yardım eden ve onu barındıran devletleri takip edeceğiz. Dünya üzerindeki tüm devletler şimdi bir karar vermek zorunda: Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle. Bugünden itibaren, terörizme yataklık eden veya destek sağlamaya devam eden her devlet Birleşik Devletler tarafından düşman bir rejim olarak görülecektir. Milletimiz uyarılmalı. Saldırılardan muaf değiliz. Fakat Amerikalıları korumak için terörizme karşı savunma önlemleri alacağız”.
2.5.1. 11 Eylül Sonrası ABD’nin Irak ve Afganistan ile İlişkisi
2001 yılı Kasımında ABD, Afganistan’ı işgal etti çünkü Bush’a göre 11 Eylül saldırılarını planlayanlar takip edilip yok edilmeliydi. ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali El Kaide’nin barınağını yıkma ve Saddam Hüseyin’in kitle imha silahlarını ortadan kaldırma amacı kısa dönem planıydı. Uzun dönemde ise Batı tarzında bir demokrasi anlayışını Orta Doğu’ya getirmek ABD’nin hayaliydi. ABD’nin ilk hamlesi Afgan hükümetini yıkmaktı. Bush’un Afgan liderlerinden başlangıçtaki talebi “teröristleri teslim etmeleri” ya da “teröristlerin kaderini paylaşmaları”ydı. Daha sonra bu istek yerini saldırgan bir stratejiye bıraktı. El-Kaide’nin teröristlerini yıkma hedefini gerçekleştirdikten sonra BM ile komşu ülkeleri tehdit etmeyen bir demokratik rejim oluşturmaya çabalayacaktı. Çünkü ABD kuvvetleri Bin Ladin’i yakaladıktan sonra bile ABD “kırarsanız sizindir” misyonu ile Afganistan’ı yeniden toparlamak zorundaydı. Afganistan işgalinden sonra Bush’un dış politika danışmanları terörle mücadele edilmesi gereken Irak’a yöneldi. Bush’a göre “önleyici savaş” tedbirleri alınmazsa bu terör çağında yeni bir saldırıyı bekliyor olacaklardı. 2002’de kitle imha silahlarına sahip olan Saddam Hüseyin’in devrilmesi gerekiyordu. Hedef Orta Doğu’nun kalbinde terörü kontrol edebilecek bir durak sahibi olmaktı.
2.6. Obama Doktrini
2008’de seçmen önleyici savaş vurgunu ABD görüntüsünü silmek için alternatif olarak Obama’ya güvendi. Obama Amerikan dış politikasının tek taraflı eylemlerinin bitmesi görüşündeydi. Obama, ABD’nin küresel çıkarlarını geliştirmede başlıca yöntem olarak Amerika’nın “yumuşak gücüne” veya “baskı veya ödeme” yapmak yerine “çekicilikle istediğini alma becerisine” dayanacağını belirtti (Hook ve Speener, 2016). Obama; ABD’nin Afganistan’daki savaş girişimlerinde Pakistan ile istikrarlı bir ilişki sürdürme, Usame Bin Ladin’i ele geçirme, Amerikan askerlerini Irak’tan çıkarma planlarını yerine getirmeye çalıştı.
2.6.1. Arap Baharı
Arap dünyasında halkların özgürlük talepleri Ortadoğu devletlerinde hızlıca yayıldı. Muhalifler Tunus ve Mısır’da köklü diktatörlükleri yıkmak için ayaklanmıştı. Suriye’deki olaylar ise Ortadoğu’daki en uzun süreli ayaklanmaydı. Suriye krizinde Obama’nın avantajı; İsrail ile çatışan İslami grupları destekleyen Suriye’nin, aynı zamanda kendi vatandaşlarına kötü muamelede bulunan bir devlet imajı çizmesiydi. O dönemde ABD, Obama’nın yönetiminde doğrudan müdahale etmek yerine dışarıdan cesaretlendirmek ve gizli ekonomik yardımlar yapmakla yetindi.
Orta Doğu’daki iki diğer ayaklanma da Yemen ve Bahreyn’de yaşandı. Soğuk Savaş süresince komünizme karşı mücadele eden ve 11 Eylül’den sonra Washington hükümetinin yanında yer alan Yemen devlet başkanı Ali Abdullah Salih’e ABD müdahalesi kendi halkına kaba kuvvet uygulamasıyla başladı.
2.6.2. İsrail-Filistin
Amerika, Bush’un başkan olduğu yıllarda Irak ve Afganistan’la ilgilendiği için İsrail’in Gazze’ye ve Hizbullah’ın militanlarının Yahudi devletine düzenli saldırılarıyla pek ilgilenemedi. Obama, Arap-İsrail sınırında “nihai anlaşma” güvencesi vererek göreve başladı.
2.6.3. Suriye
ABD-Suriye ilişkileri ilk yıllarından bu yana bir oranda gerilim içerisinde olmuştur (Şahin, 2016). Öte yandan Arap Baharı sürecinde ABD’nin Suriye konusunda kararlı ve net bir dış politika izlediğini söylemek mümkün değildir (Tisdall, 2013). Obama’nın Suriye’ye yönelik aktif müdahale fikrine direnmesinin arkasında bölgedeki aktörlerden kaynaklı belirsiz durumun varlığının Esat sonrası Suriye’nin “aşırıcılık için bir kurtarılmış bölge” haline dönüşmesi endişesi yatmaktadır (McAskill, 2013).
Sonuç
Her ne kadar Cumhuriyetçi ve Demokrat başkanların farklı siyasi görüşleri nedeniyle farklı dış politika araçları kullandığı düşünülse de ABD her zaman aynı amaçlar için politikalarını belirlemiştir. Orta Doğu’daki devletlerin eylemleri doğrultusunda Amerika da zaman zaman saf değiştirmiş, kendine müttefikler bulmuş ve politikalarını kendi çıkarları için şekillendirmiştir. Özellikle ABD politikası Orta Doğu üzerinde iki kez kırılma yaşamıştır. Başta İngiltere’nin elini Ortadoğu ülkelerinin üzerinden çekmesiyle etkin role sahip olan Amerika ilerleyen zamanlarda da Soğuk Savaş bitiminde tek-kutuplu dünya düzeniyle birlikte dünyanın “süper gücü” konumuna gelmiş ve Orta Doğu politikalarını değişim ve sürekliliği gerektiği gibi kullanarak şekillenmiştir. Ayrıca, Orta Doğu devletleri aşina olmadıkları demokrasi kavramı, sağlam ve oturmuş olmayan siyasi altyapısı ve bürokrasinin yetersizliği sebebiyle kendi içlerindeki mücadeleleri bir süre daha devam ettirecekmiş gibi görünmekle birlikte Amerika’nın da zaman zaman Orta Doğu’da barış, zaman zaman ise çatışma ortamı istediği söylenebilir.
Şevval Çoklar
Bahçeşehir Üniversitesi Göç Çalışmaları Anabilim Dalı Lisansüstü Programı
Kaynakça:
Akbaş, Z. (2011). The Sustainability of the USA Policy and Power Struggle in the Middle East, History Studies International Journal Of History, Özel Sayı, 1-18.
Altunışık, M. B. (2009). Ortadoğu ve ABD: Yeni bir Döneme Girilirken. Ortadoğu Etütleri, 1(1), 69-81.
Arı, T. (2004). Irak, İran ve ABD, Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya. Alfa Yayınları.
Arı, T. (2008). Amerika’da Siyasal Yapı, Lobiler ve Dış Politika. Dora Basım Yayın.
Arı, T. (2017). Geçmişten Günümüze Ortadoğu 2. Alfa Akademi.
Arı, T. (2017). Geçmişten Günümüze Ortadoğu: Siyaset, Savaş ve Diplomasi. Alfa Akademi.
Çetinkaya, G. (2017). Soğuk Savaş Döneminde Türkiye ve Eisenhower Doktrini, Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, 3(2).
Dorel, G. (2007). Amerikan İmparatorluğu Atlası. NTV Yayınları.
Erman K. (2018). Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı İşgali ve Türkler, SUTAD, Güz; (44), 303-320.
Gönlübol M., Ülman, H. (1996). Olaylarlar Türk Dış Politikası: 1919-1995. Siyasal Kitapevi.
Güdek, Ş. (2017). ABD’nin Zora Dayalı Dış Politikasında Söylemsel Bir Değişim: 11 Eylül Terörü, Ömer Halisdemir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi 10(4), 143-158.
Hadar, L. (2005). Sandstorm: Policy Failure in the Middle East. Palgrave Macmillan.
Halabi, Y. (2009). US Foreign Policy in the Middle East. Ashgate Publishing Group,
Hook, S., W., Spanier, J. (2016). Amerikan dış politikası. İnkılap Kitapevi.
Kalca, M. (2008). Tarihteki Ünlü Komutanlar-Liderler. Karma Basımevi.
Kepsutlu, B. (2020). Amerika’nın Ortadoğu Politikası. İnkılap Kitapevi.
Kuniholm, B. (1987). Retrospect and Prospect: Forty Years of U.S. Middle East Policy, Middle East Journal, 41(1), 7-25.
Long, D. E. (1979). The U.S. and the Persian Gulf, Current History, 76(443), 27-30, 37-38.
McAskill, E. (2013). Obama: post-Assad Syria of Islamist extremism is nightmare scenario. The Guardian. Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/world/2013/mar/22/obama-syria-assad-syria-extremists Erişim Tarihi: 15 Mayıs 2015.
Oran, B. (2012). Türk Dış Politikası. (Vol. 1). (17. Baskı). İletişim Yayınları.
Önal, H. (2010). ABD’nin Afganistan Politikasının Açmazları: Bölgesel Bir Analiz, Uluslararası Hukuk ve Politika 6(23), 43-71.
Özdağ, Ü. (2004). Ortadoğu’da Demokrasi. 21. yy Türkiye Enstitüsü, http://www.21yyte.org/tr/yazi398-Orta_Doguda_Demokrasi.html (Erişim Tarihi: 6 Mart 2013).
Ramazani, R., K. (1998). The Shifting Premise of Iran’s Foreign Policy: Towards a Democratic Peace?, Middle East Journal, 53(2), 178-180.
Şahin, M. C. (2016). Obama Dönemi ABD’nin Ortadoğu Politikası: Arap Baharı Sürecinde Demokratik Söylem ve Eylem, Ortadoğu Etütleri, 8(2), 68-95.
Tisdall, S. (2015). US changes its tune on Syrian regime change as Isis threat takes top priority, The Guardian. Erişim Adresi: https://www.theguardian.com/us-news/2015/jan/25/us-syrian-regime-change-isis-priority Erişim Tarihi: 12 Mayıs 2016.
Yergin, D. (2007). Petrol. Türkiye İş Bankası Yayınları.
Yılmaz, H. İ. (2016). Ortadoğu’nun Jeo-Ekonomi̇k Önemi̇ ve Abd’ni̇n Ortadoğu Poli̇ti̇kasinin Ekonomi̇k Nedenleri̇, TESAM ACADEMY, 3(1), 99-128.