Attila İlhan: Sanat da ahlâk ve hukuk gibi bir üstyapı kurumudur
Tarihçi Mustafa Armağan’ın Türkiye’nin kıymetli değerlerinden Attila İlhan ile 1996 yılında gerçekleştirdiği söyleşi internet ortamında ilk defa yayınlanıyor.*
TÜHA / TÜRKUAZ İnternational News Agency
Söyleşen: Mustafa Armağan
Attila İlhan şair, yazar, eleştirmen… Gerek siyasî, gerekse edebî alanlarda usta kalemiyle çeşitli meseleleri gündeme getiren İlhan ile Marksist teoride ahlâk ve sanata nasıl bakıldığını konuştuk. Postmodernizmi de kapitalizmin çöküş aşaması olarak niteleyen Attila İlhan, son kitabının adıyla günümüzde sosyalizmin gerçek alternatif olduğunu söylüyor: Sosyalizm Asıl Şimdi.
M. Armağan: Biliyorsunuz, Kant Saf Aklın Eleştirisi’nde daha sonra modernliğin standart yorumu diye bilinecek üçlü bir ayrıma gider. Kültürel alanın sanat, bilim ve ahlâk diye bölünmesi ve bu üç alanın kendi bağımsız alanlarında derinleşip kendi kurucu ilkelerini kendi içlerinden çıkarmaları modernliğin kültürel ayrışmasını oluşturur. Ancak bu durum, postmodernistlerin şiddetli eleştirilerine muhatap oluyor. Siz bir sosyalist olarak bu konuya nasıl bakıyorsunuz?
Marksistler bu konuya hiç böyle bakmadılar ve bugün de bakmıyoruz. Bunlar üstyapı sorunlarıdır. Sanat, ahlâk ve hukuk, aslında ekonomik üretim ilişkilerinin, yani altyapının yansımalarıdır. Altyapı bunları etkiler ve belirler. Altyapı da üstyapıdan etkilenir. Aralarında bir etkileşim sözkonusudur. Ama temel belirleyici ekonomik ilişkilerdir. Mesela feodal üretim ilişkileri feodal dönemin sanatını belirlemiştir. Osmanlı sanatı da, ahlâkı da Osmanlı üretim ilişkilerinin bir yansımasıdır. Osmanlıda âyanlarla birlikte değişir toprak ilişkileri. Daha önce toprakta özel mülkiyet sözkonusu değildir. Tanrı adına padişahın tasarrufundadır. Padişah isterse hepsini alır ve dilediği gibi tasarrufta bulunurdu. Ama âyanlığın palazlanmasıyla birlikte yavaş yavaş toprak üzerindeki devlet mülkiyeti özel mülkiyete dönüşmüş, bu da edebiyat ve sanatımıza yansımıştır.
Ümmet ahlâkı dediğimiz, aslında feodal üretim ilişkilerinin ürettiği ahlâktır. Dinî ahlâktır yani. Bu ahlâkın sanata yansımasını eserlerde görmek mümkün. Batıda da kilise ahlâkı, kilise ‘şeriatı’ egemendi. Bu da kendi özel sanatını üretmiştir. Dinî hayattan resimler, İsa’nın, azizlerin tabloları şeklinde yansımıştır kilise ahlâkı sanata.
Aydınlanma Çağı ise burjuvazinin ürünüdür. Coğrafî keşiflerle elde edilen servet, burjuvaziyi ortaya çıkartır. Buradan burjuva ahlâkı doğar, burjuva ahlâkı da burjuva sanatını belirler.
M. Armağan: Bütün bu şema içerisinde bir nokta dikkatimizi çekiyor. Sanki üretim ilişkileri ahlâkı, ahlâk da sanatı belirliyor gibi bir sonuç çıkıyor sözlerinizden. Size göre ahlâk, sanata göre altyapıya daha yakın bir unsur mu?
Ahlâk daha toplumsaldır ve sanatı belirler. Ahlâk toplumun bütünü için bir kriter olarak kullanılabilir ama sanat böyle değildir. Daha dar bir zümreyi bağlar sanat. Dolayısıyla daha az toplumsal, daha çok üstyapısal bir şeydir. Hukuk ile ahlâk birbirine çok yakın faktörlerdir. Ancak hukukun yasal müeyyideleri vardır, ahlâkın müeyyideleri ise vicdanîdir, neticede ayıplama ile sınırlıdır.
Kapitalist üretim sürecindeki değişimler ahlâkı, ahlâk da sanatı etkiler ve değiştirir. İlk dönemlerinde vahşi bir nitelik gösteren burjuva ahlâkı bugün çökmeye başlayınca daha uzlaşmacı bir görüntü çizmektedir. Artık burjuvazi bile kendi değerlerine inanmıyor. Bu, sanata ve kültüre postmodernizm olarak yansıyor. Postmodernistler sanatı sadece şekle indirgiyorlar ve toplumdan kopartıyorlar.
M. Armağan: Marksist teoriden bahsediyorsunuz. Altyapının, ekonomik ilişkilerin ahlâk ve sanatı belirlediğinden söz ediyorsunuz. Peki sosyalist bir yönetimde teoride bu kadar öne çıkartılan altyapının ayrıcalıklı tekeline sahip olanlar ahlâk ve sanatı da belirlemek istemeyecekler midir? Macaristan’da Gyorgy Lukacs örneğini biliyoruz. Marksist teoriden bir miktar saparak bireyin de toplumu etkileyebileceğini söyleyen Lukacs’a tövbe ettirilme hadisesi hâlâ hafızalardan silinmedi. Bu sorunlu noktayı nasıl çözebilir Marksizm?
Sovyetler’in çökmesiyle ipotekler kalkmıştır. Sovyet kilisesi ya da Sosyalist Vatikan yaşadığı sürece aforoz ediyordu, Lukacs’da olduğu gibi. Fakat Sovyetler’in çökmesiyle bu kilise bağlayıcılığını kaybetti sosyalistler arasında. Ve son kitabımda dediğim gibi Sosyalizm Asıl Şimdi. Sovyetler Birliği yanlış bir şeyi doğru diye dayatıyordu. Ama bugün durum değişti.
Kapitalizmde de benzer sorunlar yaşanmıştır. Düşünün, Fransız İhtilalinin içinden çıkan Marquis de Sade Fransa’da 1960’a kadar yasaktı. Bu burjuvazinin çılgın çocuğu bizzat burjuvazi tarafından otosansüre tabi tutulmuştur. Nitekim Türkiye’de Nazım Hikmet’in kitapları 1920’lerde ve 1930’ların ortalarına kadar serbestçe basılıp satılıyordu. Ama 1938’den sonra adı ağıza alınmaz oldu. Yasaklandı, tutuklandı, yıllarca hapislerde süründü.
Hakim zümre o dönemde devlet kapitalizmini uygulamıştır. Geçenlerde ölen Vehbi Koç, hakkında çok övgüler düzülmesine rağmen devletin beslediği bir kapitalisttir. Yoksa bir nesilde bu kadar servet sahibi olmak Henry Ford’a bile nasip olmamıştır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, burjuvazi, kendi ahlâkı gereği Sade’ı yasaklıyor, Nazım Hikmet’i yasaklıyor ama rahatlayınca serbest bırakıyor.
*İzlenim, Sayı 32, Nisan 1996, s. 66-67.
gercektarih.com.tr