Türk-Amerikan İlişkileri Yol Ayrımında mı?
Türk-Amerikan ilişkilerinin gerçekçi bir muhasebesi yapıldığında iyi bir noktada olduğunu söylemek pek mümkün görünmüyor. Bu gerçeklikten hareketle yeni ancak gerçekçi bir vizyon oluşturmak için her iki tarafın da taşın altına elini sokması şart.
Prof. Dr. Murat YEŞİLTAŞ & SETA Güvenlik Araştırmaları Direktörü
Beklendiği gibi Biden yönetimiyle birlikte Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğine dönük soru işaretleri artmış görünüyor. 20 Ocak’tan bu yana Biden-Erdoğan görüşmesi henüz gerçekleşmedi; kırktan fazla dışişleri bakanı ile görüşen Amerikan Dışişleri Bakanı Blinken Türk Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nu henüz aramadı; Savunma Bakanı Austin mevkidaşı Akar ile henüz iletişime geçmedi. 20 Ocak’tan bu yana kayda değer en önemli görüşme ise Kalın ile Ulusal Güvenlik Danışmanı Sullivan arasındaki görüşme ve sonrasında yapılan açıklamadaki pozitif havaydı.
Bu soruların cevabının ne Ankara’da ne de Washington’da tam olarak bulunduğunu düşünüyorum. Tam tersine her iki başkentte de ilişkileri düzeltmek ile daha fazla koparmak arasında görüşler olduğu çok açık bir şekilde görülüyor. Diğer bir ifadeyle, mevcut sorunlu ilişkinin karakterini belirleyen unsurların adım atmayı kolaylaştıran değil zorlaştıran bir yanı olduğunu söylemek daha doğru bir yaklaşım. Bunların başında S-400 meselesi geliyor. Ancak S-400 meselesi halledilmiş olsa bile Türk-Amerikan ilişkilerinde beklenen iyileşmenin sağlanarak eskiye dönüşü temin etmek pek mümkün değil. Bu nedenle konuşacağımız ilişki modelinin gerçekçi ve yeni konjonktüre uygun olması gerekiyor.
S-400 çıkmazı
S-400 meselesi, Türk-Amerikan ilişkilerini tasvir eden en güzel örneklerden biridir. Stratejik ilişki olarak tanımlanan A ve B devleti arasındaki ilişki biçiminde böyle bir sorun ortaya çıkmaması gerekirdi. Bu anlamda, ne ABD Türkiye’nin Patriot sistemlerine yönelik talebini karşılıksız ve muğlak bırakabilirdi ne de Türkiye bir NATO müttefiki olarak en büyük güvenlik ve savunma rakibinden böylesi bir alımı yapabilirdi. O zaman ilk varsayımımız Türk-Amerikan ilişkilerinin “stratejik ortaklık” şeklinde tanımlanamayacağı yönünde olmalıdır. Mevcut çıkmazın üstesinden gelmek için iki taraftan birinin ya pozisyonunu değiştirmesi ya da karşılıklı olarak pozisyonlarına zarar vermeyecek bir formülün üretilmesi gerekir.
Hulusi Akar’ın Girit modeli tam da bu noktada bir çözüm olarak akla geliyor. Ancak bu çözüm modelinin tam olarak nasıl çalışacağı pek anlaşılmış görünmüyor. Üstelik Türkiye’nin S-400’lerin ikinci paketinin alımı konusunda “görüşmelerin sürdüğünü” açıklandığı bir süreçte Girit modelini çalıştırmak son derece zor görünüyor. Peki ABD’nin S-400’e dönük çözümü tek bir seçeneğe indirerek müzakere yapmaya çalışması bu meselenin çözülmesini sağlar mı? Bu sorunun cevabının evet olması da pek mümkün görünmüyor. Zira S-400’ü Türkiye dışına çıkarmak formülünün Ankara tarafından bir pazarlık meselesi olarak görülmediği çok açık. O halde S-400’ün her iki taraf için de çıkmaz oluşturduğu, bunu aşmadan ilişkileri tamir etmenin de pek mümkün olmadığı anlaşılmalıdır.
YPG çıkmazı
YPG meselesi Türk-Amerikan ilişkilerindeki belirsizliği daha da artıran bir çıkmaz olarak ortaya çıkmış durumda. YPG’nin son dönemde Suriye’nin kuzeyine yönelik artan terör saldırıları, Biden yönetiminin ve Amerikan kurumlarının YPG’ye yönelik mevcut tavrı da dikkate alındığında YPG sorunu Türk-Amerikan ilişkilerinde S-400’ün neden olduğu ayrışmayı daha derinleştirebileceği gibi Türkiye’yi yeni bir askeri adım atmaya bile zorlayabilir. Bu anlamda YPG sorunu, sadece taktiksel bir adım olarak ABD’nin Suriye’de Türkiye ile ayrışmasının nedeni olmaktan çıkarak ikili ilişkilerin bütün yönlerini belirleyen bir çıkmaza dönüştü. Tıpkı S-400 meselesinde olduğu gibi taraflardan birinin pozisyonundan vazgeçmesi gerekiyor. Ya Washington YPG’yi güçlendirerek Suriye’nin toprak bütünlüğünü bozacak şekilde otonom bir yönetim kurmaktan vazgeçerek Ankara’nın pozisyonuna yaklaşacak ya da Türkiye YPG’ye dönük pozisyonunda bir değişikliğe giderek ABD’nin YPG’yi “dönüştürme” siyasetine onay verecek. Mevcut şartlar altında her iki başkentin de pozisyonlarını korumayı tercih ettikleri anlaşıldığından yakın vadede YPG sorununun aşılarak bu çıkmazın çözülmesi de pek mümkün görünmüyor.
Doğu Akdeniz çıkmazı
S-400 ve YPG meselesine ek olarak çok fazla derinleşmemiş olsa da Doğu Akdeniz konusu da Türk-Amerikan ilişkilerini farklı noktalara getirebilecek seviyeye ulaştı. Doğu Akdeniz meselesinin Türkiye açısından karakterini belirleyen Mavi Vatan vizyonu Türkiye’nin askeri, siyasi ve ekonomik pozisyonu şekillendirirken, ABD için bu pozisyon “baş edilmesi” gereken bölgesel bir jeopolitik konu olarak ele alınmaktadır. Bu noktada ABD’nin Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ın askeri gücünün konsolide edilmesine dönük hamlesi ve Türkiye’nin hareket alanını kısıtlayıcı karşı politikaları, ikili ilişkilerde bir başka çıkmaz alanının oluşmasına neden olmaktadır. Çıkmazın aşılması için Türkiye’nin bölgedeki jeopolitik etkinlik alanını daraltması ve askeri aktivizmini minimize etmesi beklenirken, Ankara’nın Mavi Vatan ekseninde şekillendirdiği birincil çıkarlarını müzakereye açarak uzlaşıya varması da pek mümkün görünmüyor. Dolayısıyla Doğu Akdeniz eksenli yaşanan ve yaşanacak muhtemel gelişmeler ikili ilişkilerde yeni bir gerginlik alanının oluşmasına yol açabilir.
Kongre çıkmazı
Yukarıda zikredilen sorunlu alanlara FETÖ meselesini, uygulanmakta olan ambargoyu ve yaklaşmakta olan davaları ekleyince ilişkilerin bütünsel bir meydan okuma ile karşı karşıya olduğunu da söylemek gerekiyor. Söz konusu bütünselliğin motoru olarak iş gören Kongre çıkmazı ise kısa vadede halledilecek bir konu olmaktan oldukça uzak bir görüntü sergilemektedir. En son 54 senatörün kaleme aldığı mektubun Türk-Amerikan ilişkilerini düzeltme arzusundan çok cezalandırma söylemine ve diline hapsolduğu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı hedef aldığı dikkate alındığında ilişkileri gölgeleyen bir Kongre çıkmazının da varlığından bahsetmek mümkündür. Biden yönetiminin “Kurumlarla birlikte dış politika yapacağız yaklaşımı” da buna eklendiğinde Kongrenin dış politika üzerinde daha etkili olması ya da Blinken’in Kongreyi yanında tutmak için Türkiye gibi dosyalarda beklendiğinden farklı bir pozisyon üretmesi olası görünmektedir. Türkiye dosyasında Kongrenin dış politikanın rasyonalitesinden bakmak yerine, Amerikan dış politika yapımındaki eko-sistemden bakıyor olması da bu alanda Türkiye’nin işini daha da zorlaştırıyor ve Türk-Amerikan ilişkilerinin her boyutunu neredeyse Kongrenin gölgesinde bırakıyor.
Gerçekçi vizyon şart
Türk-Amerikan ilişkilerinin gerçekçi bir muhasebesi yapıldığında iyi bir noktada olduğunu söylemek pek mümkün görünmüyor. Bu gerçeklikten hareketle yeni ancak gerçekçi bir vizyon oluşturmak için her iki tarafın da taşın altına elini sokması şart. Bu her iki başkentin de yapması gereken ev ödevlerinin olduğu anlamını taşıyor. Washington, Ankara’nın dış politika aktivizmini ve bölgesel meselelerde sahip olduğu ağırlığı görmeden, tek taraflı asimetrik bir ilişki beklentisinden vazgeçmeden ve sadece Türkiye’nin yerine getirmesi gereken ev ödevlerinden bahsederek ilişkilerde yeni bir sayfa açamayacağının farkına varmalıdır. Ankara’nın ise Washington ile ilişkilerini gerçekçi bir zeminde dizayn edeceği stratejik bir çerçeveye ihtiyacı var. Gerçekçilikten uzak, beklentilerin çok yüksek tutulduğu ve eski ilişki modelini sürdürme amacına matuf bir perspektif boşa zaman harcamaktan başka bir işe yaramayacak. Şimdilik yol ayrımına neden olan meselelerin stratejik bir kopuşa neden olmayacağını söyleyebiliriz. Ancak bu gerginlik diplomasisinin ve politik ayrışmanın daha derin bir stratejik ayrışmaya dönmesi ikili ilişkileri yol ayrımını aratacak bir kavramla açıklamayı gerekli kılabilir.
[TÜHA Haber Ajansı, 15 Şubat 2021]